Boş oturduğumu görüp sordu, "benimle yola gider misin?" Kendisine bir
yoldaş, bir şenlik arıyordu. Deliliklerim çoktur hayatta. Kitabımı
kapattım, bismillah çektim, "haydi kalk gidelim" dedim. Tayfun Talipoğlu'na
özenmiştim. Yollar ne alemde, kelle koltukta giden şöforlar ne yer, ne içer,
nasıl bir hayat sürerler, bilmediğim memleketin insanları ne işle iştigal
ederler görüp yakından temaşa eyleyeyim istedim. Ölü Ozanlar Derneği'nin "Hey
Kaptan! Bizim Kaptan!" nidasını emanet aldım ve kaptanın yanına, muavin
edasıyla kırıttım.
"Nereye gidiyoruz kaptan?"
"Allah büyük, atla bakalım! Varırız elbet bir yerlere"
İkindi sonrasıydı. Kayseri çıkışı boğaz köprüden Ankara istikametine doğru
yola revan olduk. Yol fena değildi, trafik yoğun değildi, muhabbet ise koyu
idi. Arazi yapısından bahsettik uzun zaman, karşımızdan gelen diğer
kamyoncularla selamlaştık, akşam iniyordu, hem namaz kılalım hem de bir çay
yudumlayalım diye çektik bir kamyoncu konağına. Böyle yol üstü kamyoncuların
özel yerleri olduğunu bilirdim. Yemekleri, çayları diğer konaklama yerlerinde
verilenlere banzemez. Akşam oldu. Vazifeleri ifa ettik. Tekrar atladık
makamımıza. Gündüz güneşin verdiği rahatsızlıktan beteri akşam olunca çıktı.
Farlar. Trafikte olan herkesin derdi bu farlar.... Ya adamın farı ayarsız
oluyor dikiyor uzunları, ya araba yüklü olduğu için ön kalkıyor direkt
karşıdakinin gözlerini alıyor ya da gece gibi giden traktor veya kamyonlar
oluyor ki bunlar da mazaallah ölüme davetiye çıkarıyor. Hele iki ışık
arasında kalırsa seçebilmek mümkün olmuyor. Ben onlarcasını gördüm Ankara
yolu üzerinde de trafik polisleri hiç birini göremedi anlaşılan.
Gece yarısına doğru hiç sevemediğim Ankara'ya uğramadan çevre yolu üzerinden
otobana düştük. E-5 üzerinden, zamanında çok gidip geldiğim için eski halini
bilirim bu yolların. Ama otoban gerçekten güzel olmuş. Trafik anormal rahat
işliyor. Üç gidiş üç geliş ile ne ağır bir vasıtanın arkasına takılıp konvoy
olmak var ne de hatalı sollama riski... İnsan ister istemez düşünüyor tabi.
Karayollarımız her gün kan gölüne dönüyor. Savaş zayiatı gibi insanımızı
kaybediyoruz. Niçin, en azından ana yollarımızı bu şekilde otobanlarla
örmüyoruz? Bana maliyet, Türkiye'nin ekonomisi, arazi şartları
şeklinde bir bahane uydurmaya kalkmayın inanmam. İki banka az battı mı iş
tamam olur. Ülkesini, ülkesinin insanını seven mi var ki Ankara'da hizmet
için kafa patlatsınlar, ceblerini doldurmayı değil de ülkelerine hizmet
etmeyi düşünsünler... Geç bunları anam babam geç... Onların arabaları daha
emniyetli, daha hızlı, yollar onlar için kapatılır açılır, hem onlar
uçakları ile, helikopterleri ile gidip gelirler gidecekleri yerlere. Ölen
insanlar onlar için ne anlam ifade eder ki.
Ara ara serpiştiren yağmur altında Gerede'den Karabük istikametine dönüp
otobandan çıktık. Dar bir yol ve yoğun bir trafik karşıladı bizi. Kamyonlar,
otobüsler, taksiler vızır vızır akıyordu Samsun'dan İstanbul'a, İstanbul'dan
tüm karadenize. Bu yollar mı kahrını çekiyor arabaların, insanlar mı
katlanıyor meşakkatine dünyanın? Yollar, arabaların yağı, ekzoz dumanı,
kaplama lastik parçaları ile hemhal değil yollarda olan aşk, vefa, alın
teri, çoluk çocuk özlemi, hakikat...
Samsun yolunun kalabalığından Karabük'e dönerek kurtulduk. Kamyonda mobilya
yüklü olduğu için fazla bir ağırlık teşkil etmiyordu ama hız da
yapamıyorduk. Karabük yolu dehşet kötü bir yoldu. Hani derler ya mayın
tarlası gibi, işte öyle. Hangi çukurdan kaçıp hangi çukura düşeceğimiz oyunu
ile kah gülerek kah kahrederek ilerledik. Taş düşüren bir adamı böylesi
yolda gezdireceksin, üç vakte kalmaz kurtulur taşlarından. Ben bu kadar
diyeyim siz istediğiniz kadarını anlayın efendim.
K A R A B Ü K
Gece yarısını çoktan geçmişti zaman. İki sene önce Uzun Hasan'la Adem'in
düğününe gittiğimiz Karabük, aynı Karabük olarak karşıladı bizi. Yine
girişte Kardemir'in çirkin görünüşü, yine geceyi daha da karartan havası...
Yalnız geçen selde Karabük'ü esir alan köprüde bir çalışma yapılıyordu. Buna
da şükür dedik efendim. Çektik kamyonu mobilyaları boşaltacağımız mekana.
Yağmurun serinlettiği ve ıslattığı bir Karabük'te önce Yatsı sonra yatı için
niyetlendik. Kamyonun beş yıldızlı konforundan mı, yorgunluk ve uykunun
ağırlığından mı bilmem hemen uyuyuverdik.
Karabük adını, üzerinde yaşadığı coğrafi ortamdan
almıştır diyor kaynaklar. “Kara” ve “Bük” sözcükleri, kara çalılık yer anlamında, Karabük adının
oluşumuna kaynaklık yapmış. Bunu önceden biliyordum. Bir de her ne kadar
Karabük'ü tarih öncesi devirlere kadar götürmeye çalışıyorlarsa da Demir Çelik
ile ortaya çıkmış bir şehir olarak biliyorum. Karabük'te oturan, Karabüklüyüm
diyen hemen herkesin ya babası ya dedesi başka bir vilayetten ekmek için kopup
gelmiş buralara. Karabük Valiliği bunu şu şekilde açıklıyor: "Karabük ilk önceleri Safranbolu ilçesinin öğlebeli
Köyüne bağlı bir köyaltı yerleşim birimi ve Ankara - Zonguldak Demiryolu
üzerinde küçük bir istasyon iken 3 Nisan 1937'de demir-çelik fabrikalarının
temelinin atılmasını müteakip süratle nüfusu artmaya başlamış, 25 Haziran
1939'da belediye teşkilatı kurulmuş, 1941 yılında Safranbolu ilçesine bağlı
bucak olmuştur. 3 Mart 1953 tarihinde 6068 sayılı kanunla ilçeye dönüştürülen
Karabük 6 Haziran 1995 tarihinde 550 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile
Türkiye'nin 78. İli olmuştur. Karabük Merkez İlçe, Eflani, Safranbolu ve
Yenice ilçeleri Zonguldak ilinden Eskipazar ve Ovacık ilçeleri ise Çankırı
ilinden ayrılarak Karabük ili oluşturulmuştur. Karabük merkez dahil 6 ilçe 8
belediye ve 273 köyden oluşmaktadır."
Sabah saat 10.00'a kadar kamyon boşaltıldı. Dere kenarında içtiğimiz çaydan
sonra tekrar çalıştırdık arabamızı. İstikamet Kastamonu.
K A S T A M O N U
ilk kez görecektim
bu tarafları. Karabük'ten çıkar çıkmaz arazinin ve iklimiz biraz daha
değiştiğini gözlemliyorduk. Ormanlık alanlar gittikçe çoğalıyor kâh bir
derenin yanından kâh bir dağın üstünden ilerliyorduk. Sıkça yolun iki yanına
serpilmiş köylere rastladık. Güzel, alımlı, yeşillikler içerisinde köyler...
Benim gibi kayalık ve çıplak bir arazide doğan, büyüyen birisi için
ağaçların ardına gizlenmiş bir ahşap evin, çitletle çevrilmiş ağılın, elinde
mısır sapı üç beş hayvanı önüne katıp süren çocuğun yaşadıkları önem arzader.
Yaklaşık 2 saat sonra bu manzara ile hemhal Kastamonu'ya ulaştık. Şirin ve
tarihi bir şehir Kastamonu. Bütün ülkede 1 haftadır süren yağmur burada da
kendisini hissettirmiş. Şehrin ortasından Taştan Sekili deresi geçiyor.
Şehir bu dere etrafında, arazi yapısından dolayı boyuna gelişmiş. Şehrin adının,
Bizans hanedanlarından Komnenoslar tarafından burada yaptırılan bir kaleden
geldiği ileri sürülmekte. Latince Komnenos Kalesi anlamında Kastra
Komneni olarak adladırılan yerleşme, Bizans dönemi sonlarında Kastamonia ve
Kastamon, Candaroğulları döneminde de Kastamoniya adıyla anılmış, bu ad daha
sonra Kastamonu'ya dönüşmüş. Tabi ki bir de Türkiyedeki bütün yer
adlarında olduğu gibi efsanesi var. Kaledeki bizans kızının kale
anahtarlarını Türklere (sevdiği adama) atması üzerine söylenmiş bir efsane.
Eyliyalar Şehri olarak da lanse ediliyor Kastamonu.
Saat 13 gibi yanaştırdık kamyonu kavakların yüklenmesi
için. 4 civan, yağmur altında ıslanan ve ıslandıkça
ağırlaşan kavakları kitap dizer gibi yerleştirdiler.
Saatlerce onları seyrettim. Birinin yığını sıra sıra
bozmasını, diğerinin kamyona atmasını, diğerlerinin de
ellerinde demir çengeller ile çekerek dizmesini, yağan
yağmura, çamur deryasına dönen zemine aldırmadan
saatlerce çalışmalarına baktım. Onlara baktıkça ben
yoruldum. Bu arada devamlı muhabbet içerisinde idik.
Yaklaşık 20- 25 ton keresteyi 4 -5 saatte attıklarını,
iş olursa bir günde 3 kamyona yükleme yaptıklarını
öğrendim. Kastamonu'nun ormancılık, hayvancılık ve
sarımsak ile geçindiği de bu sayede bilgim oluverdi.
Özellikle Taş Köprü ilçesinin Türkiye'nin sarımsak
üretiminde bir numara olduğunu, fiyat tespitinin de
buradan yapıldığını bilgi hazneme atıverdim. Bu arada
Kastomonu ağzı ile de tanışma fırsatımın olmasından ayrı
bir mutluluk duyduğumu ilave etmeliyim. Sanki biraz
Aydın, Ege yöresinin ağız özelliklerini taşıyor. Mesele
geniş zaman eklerini (-ir) -ür şeklinde teleffuz
ediyorlar. Ama bu insanı rahatsız eden bir ağız değil
aksina kulağa hoş gelen, dikkat çekici bir ağız. Ege
yöresi dememdeki en önemli etken ise -r lerin telaffuzu
ile alakalı. Kelime sonlarında pek söylenmiyor gibi.
eğer karşınızdaki çok hızlı konuşmuyor ise anlamakta
problem yok ve fakat hızlı ise siz yaya kalıyorsunuz.
Yazının başlığını bir kamyonun arkasından okudum.
rezaletin bie zevkli yanı olabiliyormuş demek ki. Biz de
onu yaşadık. Kastamonu'da işimiz gece saat 23.00'te
bitti. Vur arabayı yola. Tenha Kastamonu merkezini bu
saatte ekmek arayarak aşıp şehrin dışına çıktık. Nefis
bir dolunay çıktı kovaladığı kara bulutların arkasından.
Rampanın bitiminde mola verdik. Hemen bir çay koyduk,
yanına Allah ne verdiyse... Devasa çam ağaçları gecenin
içinden öyle şekillere giriyordu ki bir ara Yel
değirmenlerini devler zanneden Don Kişot'a hak vermek
geldi içimden. Devler arasında karnımızı doyurduk. Bir
gün daha saat itibarıyla bitmişti. Ama bizim alacak daha
çok yolumuz vardı ve arabamızda gelişte olduğu gibi pek
gitmiyordu. Eeee, nerede 8 ton yük, nerede 25 ton yük.
Bayırları yalvarırcasına çıkıyorduk artık. Karşımıza
bayır sözcüğünün halt edeceği Ilgaz Dağları çıkıverdi.
Keşke dedim içimden şurasını gündüz gözüyle geçseydik.
Ama bir an önce dönmemiz gerekiyordu. Allah böylesi ağır
yük taşıyanlara iki defa sabır versin. Topu topu 15- 20
km. lik tırmanmayı elhamdülillah 2 saate
gerçekleştirdik. Sanki yürüyerek çıksaydım daha çabuk
çıkardım gibime geldi. İyi, çıkmasına çıktık ama bunun
bir de inişi var. Sallayıp inecek değiliz ya. Aynı çıkış
hızımız ile yavaş yavaş iniverdik. Firen, firen,
firen.... Allah'tan gece vaktiydi de balatalar filan
ısınmadı.
Ç A N K I R I
Ilgaz'ı 4 saatte güç bela geçtik. Samsun makasından
Çankırı istikametine atlamıştık ki bu sefer de karşımıza
İn Dağı (Dağları mı?) çıktı. Eh gayrı araba da biz de
alıştık iyice. Ilgaz kadar olmasa da buranın da yavaş
yavaş hakkını vererek düzlüğe eriştik. Küçük bir Anadolu
şehri Çankırı. Ovalık yok denecek kadar az. Ilgaz'ı
geçer geçmez biten ağaçlık alan da... Tipik Orta Anadolu
şehri. Dere kenarları biraz yeşillik. Sonrası kıraç,
engebeli bir arazi. Yol üstü çok miktarda kavun
satılıyor. Kıraç'ın kavunu iyi oluyor demek... Ama sabah
namazına yakındı. Çankırı'yı geçmiştik ve uyku
dayanılmaz bir hal almıştı. Namazla yattık...
Arabanın içine düşen güneşle yanar bir vaziyette
uyandık. Saat: 08.00. Yattığımız benzinlikte birer tas
çorba, üzerine çay... sigaralarımızın ilk nefesleri
arabada. Tekrar "bismillah..."
Kısa molalarla önce Kırıkkale'yi ardından Kırşehir'i
geçip akşam üzeri Kayseri'ye düştük. 7 - 8 saatlik yolu
yükün fazlalığından dolayı 20 saatte ancak alabildik.
Ben eve "Hey Kaptan! Bizim Kaptan" fabrikaya yollandık.
Kısa bir memleket turu benim için de fena olmadı. Ama şu
zevkli rezalet tamlaması pek bana göre değilmiş. Kabul
ediyorum. Hele hele el işinde çalışan bütün kamyonculara
sabır diliyorum. Allah, tekerinize taş değdirmesin, kaza
- bela vermesin, patronlarınıza da merhamet versin.
Bütün bu meşakkatlerle döndüğümüz Kayseri'de "Hey
Kaptan! Bizim Kaptan"ın yükünü boşalttıktan sonra yorgun,
çoluk çocuk özlemi içerisinde, sersefil Silivri'ye
yüklediler. Patron istiyordu. Uykusuzdu ama sabaha
Silivri'ye varmalıydı. Patron istiyordu. Takograf, hız
limiti önemli değildi, bir an önce malı yerine
götürmeliydi. Trafik kontrolleri için ruhsatın arasına 1
milyon ayrılmalıydı. İt uykusu (kamyoncu deyimi) ile de
olsa gitmeliydi. Patronun arabası kaskolu idi, malı
sigortalı idi, kendisi emniyette, evinde - barkında
sıcak yatağında idi. İşçiler çalışmalı idi. Yoksa kapı
dışarı ediverirdi. Mal Silivri'ye teslim edilmeliydi.
"Hey Kaptan! Bizim Kaptan", la havleler arasında geçti
direksiyona, farları yaktı, gaza bastı. O can sıkıntısı
ile İstanbul üzerinden uçtu Silivri'ye. 9 saatte vardı
malın teslim yerine. Otobüsten, taksiden hızlı vardı.
Patron karnını kaşıdı, memnun, ama belli etmeden. "Hey
Kaptan! Bizim Kaptan" aç, uykusuz, perişan... Malı
teslim etti, mal yüklediler. Çevirdi arabasının burnunu
Kayseri'ye. Gaza bastı.
Patron öyle istiyordu. |