NTV’deki Seçim Meydanı programında “Amerika’nın Irak halkını diktatörlükten
kurtarma hassasiyetini paylaşıyoruz” gibi şeyler söylediniz.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, başını iki elinin arasına
almış, dirseklerini çalışma masasına dayamış, “Ne yapsak, nasıl etsek de şu
zavallı Irak halkını diktatörlükten kurtarsak?” diye kara kara düşünüyor; öyle
mi?
Buna
inanıyor olamazsınız!
Amerikalılar, 1991 yılındaki Körfez Harekâtı’nda Saddam Hüseyin’i devirmeye
teşebbüs etmemiş ve Iraklı rejim muhaliflerinin bu yöndeki gayretlerine de
destek vermemişlerdi; çünkü “Irak liderinin günahları ne kadar büyük olursa
olsun, ülkesinde istikrarı korumak suretiyle Batı’ya sunacağı hizmet, zulmü
altında inleyenlerin iktidarı ele geçirmeleri durumunda Batı’ya sunabilecekleri
hizmetten daha fazla” idi. (Alan Cowell, New York Times, 11 Nisan 1991).
El
Ahram gazetesinin köşe yazarlarından Selahaddin Hafız, o günlerde, “Saddam’ın
asileri Batı’nın koruyucu şemsiyesi altında tepelediğini, (...) Amerika’nın
Saddam için sıkça kullandığı ‘vahşi hayvan’ sıfatının gerçekleri örtme amacına
yönelik bir söylemden başka bir şey olmadığını, amacın Irak’ı bir terzi edasıyla
kesip biçip ABD’nin çıkarlarına uygun bir büyüklüğe getirmek olduğunu, Batı’nın
yüzü hiç ama hiç kızarmadan bu ‘vahşi hayvan’ ile işbirliğine gidip Irak’ta
özgürlük ile, demokrasi ile, gelişme ile -ki bunlar ne kadar zayıf olursa olsun-
ilgili umutların tamamının köküne kibrit suyu ektiğini” yazıyordu. (Noam Chomsky,
Demokrasi - Gerçek ve Hayal, Pınar Yayınları 2001)
ABD
eski başkanlarından Richard Nixon’ın bir beyanatı, Selahaddin Hafız’ın
iddialarını doğrular nitelikte:
“Biz
oraya (Irak’a) demokrasiyi müdafaa etmek için gitmiyoruz, çünkü Kuveyt
demokratik bir ülke değildir ve o bölgede demokrasi ile idare edilen bir ülke de
yok. Biz oraya bir diktatörlüğü yıkmak için gitmiyoruz, aksi takdirde Suriye’ye
de gitmemiz gerekirdi. Biz oraya milletlerarası bir meşruiyeti savunmak için de
gitmiyoruz. Biz oraya gidiyoruz ve bizim oraya gitmemiz lazım, zira bizim hayatî
menfaatlerimize dokunulmasına müsaade etmeyiz.” (Roger Garaudy, Amerikan
Efsanesi, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2002)
Irak
halkı Amerika’nın umurunda değil Tayyip Bey.
Saddam Hüseyin bu sefer gerçekten devrilse de inanmyın Amerika’nın yalanlarına.
Dün
dündür, bugün bugündür ve 1. Körfez Harekâtı’nda Sadam’ın devrilmemesi nasıl
Amerika’nın çıkarlarının gereği idiyse 2. Körfez Harekâtı’nda Saddam’ın
devrilmesi de Amerika’nın çıkarlarının gereği olacaktır.
“Diktatörlükle mücadele”, “özgürlük ve demokrasi”, “Irak halkının insanca yaşama
hakkı” filan hikaye!
11
yıldır devam eden ambargo, uluslararası kuruluşların raporlarına göre 1 milyonu
aşkın Iraklı’nın hayatına mâl oldu... Her ay 5 bin Iraklı yetersiz beslenme ve
tıbbi malzeme eksikliği yüzünden ölüyor... Kılı kıpırdıyor mu Amerika’nın?
Madeline Albright, Irak halkına ödetilen bedeli ağır bulup bulmadığını soran bir
gazeteciye, “Gözettiğimiz hedefle kıyaslandığında bu bedel ağır sayılmaz”
demişti.
Amerika’ya bir dahaki gidişinizde Albright’ı bulmanızı ve o’na sormanızı rica
ediyorum:
“1
milyon masum Iraklı’yı hunharca katletmenizi mazur gösterecek kadar ulvi olan
gâyeniz nedir acaba?”
Irak
halkının maruz kaldığı zulmü bertaraf etmekten bahsedenler, Irak halkının
kendisini bertaraf ediyorlar!
Ambargonun denetiminden sorumlu bir BM yetkilisinin de itiraf ettiği gibi; “Irak
ambargosu bir soykırımıdır.”
Siz
bu soykırımına dikkat çekip Amerika’yı kınamayacaksanız niye varsınız Tayyip
Bey?
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “Adalet”i ne işe yarıyor?
“Kahrolsun Amerika” söylemini çocukça bulduğunuzu söylüyorsunuz...
Bu
söylemin alternatifi, Amerikan emperyalizmini şirin göstermek midir?
“Canım, Amerika’nın ne mal olduğunu biz de biliyoruz, fakat iktidar yolunda
ayağımıza çelme takmasın diye Amerika’yı hoş tutmamız lazım” diyebilirsiniz...
Dikkat!
İşkenceye dayanamayıp polisin istediği bilgileri vermeye başlayan militanların
konuştukça açılmaları ve işkencecilerden “aferin” aldıkça iyice çözülerek
sorulmayanı da söylemeleri sıkça rastlanan bir durummuş...
İtirafçı militanlara dönmeyelim Tayyip Bey!
Çözülmeyelim!
Irak’ı sorduklarında Amerika’yı, ekonomik krizi sorduklarında İMF’yi, işçi
haklarını sorduklarında işverenleri rahatlatacak mesajlar vermeniz beni
endişelendiriyor.
“Mazlumlar nasılsa çantada keklik; biz zalimleri hoş tutmaya bakalım” mı
diyorsunuz?
Demeyin!
Onlara elinizi kaptırırsanız kolunuzu kurtaramazsınız.
Fincancı katırlarını ürkütmeyelim derken o katırlar
tarafından ezilip geçilmek de var.
Maziden ders alın, ama “dersini almış çocuk” gibi davranmayın.
Sütten ağzınız ne kadar yanmış olursa olsun, buz gibi yoğurdu üfleyerek yemeniz
abestir.
İtidali abartmayın!
“Realpolitik”i abartmayın!
İdealizmi realizme, meşruiyeti legaliteye kurban etmeden de siyaset
yapabilirsiniz.
Bunun bir yolunu bulamıyorsanız siyaseti hemen bırakın!
Aydın Doğan’a güven vereceksiniz, İMF’ye güven vereceksiniz, Amerika’ya güven
vereceksiniz, ama yine de bizim umudumuz olacaksınız... Mümkün mü bu?
Verdiğiniz güveni boşa çıkarmanıza müsaade ederler mi?
Daha
muhalefetteyken bu kadar taviz veren bir parti, iktidara geldiğinde hangi
baskıya direnecek?
Sahi, siz iktidara geldiğinizde ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Parti programınıza ve beyanatlarınıza bakıyorum, mevcut dünya düzeni ile esaslı
bir derdiniz yok.
AKP’li arkadaşların özel sohbetlerde anlattıkları da parti programı ve
beyanatlardan farkı değil.
“Demokrasi, insan hakları, Avrupa Birliği, küreselleşme” diyor, başka bir şey
demiyorlar.
Niye
ANAP değil de AKP? sorusunun cevabını bulamıyorum.
Farklı bir felsefe vâzetmediğinize ve kapılarınızın ahlaksızlara, rantiyecilere,
üçkağıtçılara sımsıkı kapalı olduğu da söylenemeyeceğine göre, nedir sizin ‘mânâ
ve ehemmiyet’iniz?
Üç
yıl önce şöyle bir yazı yazmıştım:
“27
Mart 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturan Tayyip
Erdoğan, kısa sürede milletin kalbine girdi. Nasılını sorarsanız, ‘Doğrusu tam
olarak bilmiyorum’ derim. Çok iyi bir belediye başkanıydı ‘Tayyip’.
İstanbulluların teveccühünü bununla izah ettik diyelim; Balıkesirlilerin,
Kayserililerin, Urfalıların ‘Tayyip’çiliğine ne demeli? Sansasyonel bir Türkiye
modeli filan geliştirmediğine, retoriği en parlak ve en sağlam siyasetçimiz de
olmadığına göre, nedir vatan sathındaki bu ‘Tayyip’ sevgisinin sırrı?
“Bir
efsaneden yola çıkarak iz sürelim: Okuma-yazması olmayan Meksikalı devrimci
Emiliano Zapata’ya, ‘Teksas’ta bir albay var. Senin gibi o da Meksikalıların
hürriyeti için savaşıyor. Onunla işbirliği yapmalısın’ diye telkinde
bulunmuşlar. Zapata hemen adamlarından birini yanına çağırıp ‘Teksas’a git, o
albayı bul ve yüzüne bak. Eğer yüzünde meymenet varsa, kendisiyle işbirliği
yapmak istediğimizi söyle’ demiş... Sanırım milletimizin ‘Tayyip’çiliği de böyle
içgüdüsel bir tesbite dayanıyor: ‘Tayyip’in yüzüne baktı ve ‘Tamam, bu bizim
adamımız!’ dedi.
“Milletin tertemiz, saf, içten ‘Tayyip’ sevgisi gözlerimi yaşartıyor. ‘Tayyip’in
millete duyduğu ve her vesile ile ilan ettiği coşkulu sevgi de gözlerimi
yaşartıyor. Rasyonel izahı olmayan şiirsel bir durumla karşı karşıya
bulunuyoruz. Heyecan verici bir rüzgâr estiriyor ‘Tayyip’. Bu rüzgârın bize
heyecandan başka bir şey getirip getirmeyeceği, bizi duygulandırmaktan başka bir
işe yarayıp yaramayacağı, ülkemizin yaralarına merhem olup olmayacağı ise henüz
belli değil. Milletin sevgilisi şimdilik ‘Bu şarkı burada bitmez’ ve ‘Vallah
seviyoruz, billah seviyoruz’ demekle iktifa ediyor. Yani aşıklık / maşukluk
vasfını konuşturuyor sadece... ve şiir kaseti çıkartıyor. Önderlik vasfı daha
ortada yok.
“’Tayyip’in bir danışmanına ‘Böyle giderse “Bu şarkı burada bitsin!’ diye bir
yazı yazacağım’ demiştim; çünkü milletin başına geçmeye talip olan bir zâtın,
ona sevgisinden başka şeyler de sunması gerektiğini düşünüyorum. Üstad Sezai
Karakoç, Diriliş Partisi’ni kurarken, milli savunma politikasından dış
politikaya, ekonomiye yön verecek prensiplerden sanatçının konumuna, turistlerin
ağırlanmasından hayvanat bahçelerinin ‘dizayn’ına kadar her şeyi en ince
ayrıntısına kadar düşünmüş ve programa dökmüştü. Ülkemizin bütün yükünü
omuzlarında hisseden her lider veya lider namzedi, bu yükün altından kalkmak
için Sezai Bey gibi kafa patlatmaya mecburdur. Bütün hücreleri ile aktif olan
bir beynin desteklemediği bir ruh, bu kahpe stratejiler dünyasında, Yemen’den
Belgrad’a uzanan müthiş Osmanlı mirasının hakkını veremez.”
Bu
yazı fena halde eskidi.
Siz,
tam olarak ne yapması gerektiğini bilmeyen, fakat kendi şarkısını söylemekten
asla vazgeçmemesi gerektiğini hisseden o “Tayyip” değilsiniz artık.
Akıl
hocalarınız size tam olarak ne yapmanız gerektiğini (!) iyice öğrettiler ve siz
öğrendiklerinizi iyice özümseyerek ‘donanımlı’ bir siyasetçi haline geldiniz.
Ne
yazık ki bu süreçte hisleriniz köreldi.
Kendi şarkınızı söyleme gereğini duymuyorsunuz artık.
Ben
o şarkıyı geliştirmenizi bekliyordum; Sezai Karakoç’tan feyz almanızı, öz
medeniyetimizin ihyası üzerinde kafa yormanızı, tarihî birikimimizi günümüz
şartlarında yeniden üretmek için gayret sarf etmenizi ve popülaritenizi bu yolda
kullanmanızı umuyordum.
Ne
yazık ki siz “tek dişi kalmış canavar”ın yolunu tercih ettiniz,
“Gelişen ve küreselleşen dünyada medeniyetin ve gelişmenin varoşlarında
kalmamak, kenar mahalle üyesi olmamak için AB’ye girilmesi gerektiğini
savunuyoruz” diyen siz misiniz gerçekten?
Kenar mahalleden banliyöye taşınmayı marifet mi sayıyorsunuz?
Size
göre “medeniyet ve gelişme” bu ‘nüans’tan mı ibaret?
Yıllarca İslamcılık yaptınız, Osmanlı’yı savundunuz, İslam Medeniyeti’nin
dirilişini müjdelediniz ve şimdi, bunları ciddiye alanların yüzlerine
tükürürcesine, Avrupa’dan başka sığınacak limanımızın kalmadığını söylüyorsunuz,
öyle mi?
Nereden vardınız bu sonuca?
Hangi fikir çilesi, hangi araştırma, hangi etüt sizi AB kapılarına sürükledi?
İslam ülkelerinin toparlanıp birleşemeyeceğine, önce bölgesel sonra bölgeler
arası ittifakların kurulamayacağına, “Dicle-Fırat Federasyonu” gibi projelerin
hayata geçirilemeyeceğine, İslam Medeniyeti’nin yeniden üretilemeyeceğine
nerede, ne zaman ve nasıl kanaat getirdiniz ki, teslim bayrağını çekip Avrupa’ya
boyun eğdiniz?... Üç yıl önce savaşın eşiğine gelen Türkiye ve Suriye’nin bugün
askeri işbirliği anlaşmaları imzalayacak kadar yakınlaşmış olması size ilham
vermiyor mu?... Bütün İslam ülkelerinin aydınlarından -laik olanlarından bile-
“ittihad” sloganlarının yükselmesini kayda değer bulmuyor musunuz?... İslam
âlemindeki fikir hareketlerinden, beyin fırtınalarından, medeniyet
kıvılcımlarından haberiniz yok mu?...
Özlemini çektiğiniz özgürlük ortamına AB bayrağı altında kavuşacağınızı söyleyen
akıl hocalarınızın yanılıyor olabilecekleri; Brüksel diktatörlüğünün MGK’yi bile
aratabileceği hiç aklınıza geldi mi?... Türkiye’deki oligarşiye karşı verilecek
yerli ve hikmetli bir mücadelenin AB dayatmalarından daha sahici bir özgürlük
rüzgarı estirebileceğini düşündünüz mü hiç?... “Ruhumuzu Avrupa’ya satmadan bu
işin üstesinden gelmenin bir yolunu bulmalıyız” diye kafa yordunuz mu?...
Hiç
sanmıyorum.
Kendi medeniyetinizi, kendi meselenizi, kendi şarkınızı ciddiye alsaydınız,
“Gelişen ve küreselleşen dünyada medeniyetin ve gelişmenin varoşlarında
kalmamak, kenar mahalle üyesi olmamak için AB’ye girilmesi gerektiğini
savunuyoruz” gibi bir cümle kurmaz, metin yazarlarınızın bu gibi cümlelerine
itibar etmezdiniz.
Son
söz: Akıl hocalarınızı birkaç saatliğine yanınızdan uzaklaştırıp, Sezai
Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan çıkan yeni kitabını (“Çıkış Yolu 1 - Ülkemizin
Geleceği”) okumanızı hararetle tavsiye ederim.
Allah’ın selamı, rahmeti ve berekâtı üzerinize olsun. (Gerçek Hayat
23.08.2002 - Sayı:96)
|