SIR
Gecenin
bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım.
Karşımda efendim duruyordu.
Yüzünün nurundan etrafa aydınlık saçılıyordu.
İşin ince tarafına bak ki; o gece de bizim yamuk tarlanın suyu
vardı. Saat biri çeyrek geçe. Su ateş pahası. Tarlaya pancar
ekmişiz. Lüksü aktırdım; bizim küçük oğlan yanımda,
omuzda bel, elde kürek vaktinden önce yola düştük.
Suyu Hanaltı'ndan kaldırıp tarlaya vuracağız. Pancarın dibi
taş olmuş sanki. O yıl da bir sıcak var ağa, bir sıcak.
Neyse... Suyu indirdik Allahıma şükür. Bir o yana seğirt, bir
bu yana. Oğlan daha ufak, eli kürek tutacak gibi değil, sade
ışığı dolaştırıyor, boyu barabar çamura belendim, ter tırnağımdan
çıkıyor. Ağa saat iki oldu olmadı biz işi kolayladık, daha
bir çeyrek hakkımız var...
Var ya.. Baktım su azaldı. Şeytandır insanın kanında gezer
derler ya, öfke kabarmaya başladı bende. Bizden sonra su sırası
Efe Kadir'in, Hanaltı'nda fasulye tarlası var... Ne yapar eder,
bir çeyrek, on dakka çalar suyu.. Yahu bu insanoğlu niye böyledir..
Şimdi gitsen dalaşacak olsan, altı üstü bir çeyrek su.. Bir
çeyrek su ama, mevsim o ki bu çeyrek suya millet birbirini kurşunlayacak
vaziyete gelmiş..
Oğlanı tarlanın alt başına yolladım, velâ havle velâ
kuvvete deyip ben de çöktüm karaağacın dibine. Zaten dizimde
fer tükenmiş. Tabakayı çıkarıp bir tütün sardım. Oğlan aşağıdan
bağırdı.. Su kavuştu, tamamdır dedi.. Ferahlayıp, cıgarayı
fosurdattım.. Efe Kadir efeliği ile kalsın.. Biz pancarı
kurtardık. Cenab-ı Hak böyle bir saat su daha nasip etse bu yılki
mahsulü toparladık say. Sırtüstü uzandım, yıldızları
seyre durdum biraz. Vücudumun her bir yerinden başka bir ses
geliyor. Ne de olsa yaş kemale erdi, bir tarla su yordu bizi..
Yorsun..
Oğlan lüks lambasını sallaya sallaya geldi,
Fukaranın gözünden uyku akıyor ki, düştü, düşecek...
Döndük eve..
İşte böyle.
Efendimi kapı önünde görünce.
İlkin eğilip ayaklarıma bakıvermişim.. İnsanız ya..
Daha çamuru üstünde.. Kulaklarıma kadar kızarmışım ..
Mübarek gülümseyip sırtımı sıvazladı .. "Aldırma"
dedi .. "Rençberlik, olacak o kadar".. Geçti içeri,
oturdu. Yanında ihvanın ileri gelenlerinden iki kişi daha var.
Patırtıya vermeden ev uşaklarını uyandırdım. Bir o yana çalındım,
bir bu yana çırpındım.. Hele ki üstümü başımı temizleyip
giyindim.. Medet hey büyük Allahım.. Yüreğim yerinden çıkacak
sanki. Evde sıçan düşse başı yarılacak. Bir testi ekşi
ayran, bir kucak kuru ekmekten gayrı bir şey yok. Of ki, of..
Ben böyle bir içeri, bir dışarı girip çıkarken efendim o mülayim
sesi ile durdurdu beni.. "Telaş etme" dedi, "Kalıcı
değiliz"..
Efendimin gelişinde mutlak bir hikmet vardır . İçim içime sığmıyor,
odanın ayak ucunda el bağlayıp bekledim.
Ayranlar içildi...
Efendim yanındaki ihvan ile şöyle belli belirsiz bakışıverdi.
Bunlar o dem dışarı çıkmak dilediler, kapıyı açıp feneri
tuttum.
Ayvandaki tahta sedire oturttum.. Yıldızlar içinde bir gece.
Biri eğilip kulağıma "Efendi hazretleri seninle mahrem görüşecek"
diye müjdeli bir lisan ile fısıldadı.
Bende zaten takat yok, fer kalmamış, iyice dizlerimin bağı
çözüldü.
Yeniden içeri girip el bağlayıp bekledim.
Dedikleri oldu gerçek.
Efendim benimle mahrem görüştü.
Aramızda neler geçti?
Söz nerede başladı, nerede bitti?
Sözden sonra hangi makama, hangi mekana geçildi?
Hal ehline malumdur.
Efendim yeniden ayvanda bekleyen ihvanları içeri aldı. O gece
sabah ezanının önü sıra, "Benden sonra posta işte şu gördüğünüz
zat oturmuştur. Ferman..." deyip kesti.
Ben her ne kadar yüzümü yerlere sürüp, gözlerimden kanlı yaşlar
akıtıp.. "Kurban olayım efendim, bu fakire kıymayın, bu
bir ağır hizmettir beni bağışlayın. N'olur.. Ben bir fıkara
köylüyüm. Ne ilmim var, ne hikmetim.. İki sözü biraraya
getirmeye gücüm yetmez.. Beni bundan azad edin.. Bana gelinceye
kadar ihvan içinde nice yiğitler, nice alim zatlar, ağırlığınca
altun eden üstadlar vardır.. Yapmayın, elinize, eteğinize düştüm"
diyerek feryat ettim ise de; Efendim:
"Şahit olun ve usulünce biat edin" diye o iki hatırı
sayılır ihvanı sıkı tembihledi.
Gözlerimden akan yaşlar odanın toprak zeminini ıslatmış çamur
etmişti.
günkü sabah namazını efendim lütuf buyurup beni imamete geçirerek
oracıkta, alnım gözyaşından ıslanmış toprağın çamuruna
bulanarak eda ettik.
Ziyade kalmadılar. Evimi ocağımı gül kokusuna bulayıp çıktılar.
Mübarek çıkarken iki omuzumu tutup kuvvetle sıktı. Yüzünde
bir tebessüm belirdi... "Bize alem-i manada böyle göründü..
Emaneti sana tevdî ettik.. Bir emr-i hak vukubulursa, fitne zuhur
ederse zinhar tasa etmeyesin, her daim birlikte bulunduğumuzu gönülden
çıkarmayasın, himmet dileyene usulünce himmet edesin"
deyip, peşinde ışıklı bir iz bırakarak süzülüp gitti...
Buyurduğu gibi de oldu.
Haftasına varmadan gül yüzüne solgunluk erişip yatağa düştü.
Veda diyeceklerine elveda deyip bu faniden beka alemine göçtü.
Ağa o yıllarda rençberlik adam gücüne bağlı idi ve köylünün
oğulu uşağı bu babda fazla olmak adet idi. Gerçi bizim bağımız,
bahçemiz, tarlamız, tumbumuz fazla sayılmazdı ama, Kadir
Mevlam çoluk çocuğumuzu fazla vermişti. Efendim gibi mücerred
bekar olmadığımızdan biz hanemizi bekler olup, rençberliğe
devam ile bir de tekke hizmetini üzerimize aldık ya; gelenin
gidenin haddi hesabı tutulmaz oldu.
Memleketin dört bucağından, ihvan, "Medet ya pir"
deyip yollara düşüyor, binbir meşakkat ile bizim bu ücra, ücra
olduğu kadar fukara köyümüze ulaşıp, eh bir iki gün
yorgunluk çıkarıp, himmet ricasında bulunuyor.
Elbet bulunacak.. Usul erkan böyle..
Lakin yer darlığından bizar olmuşuz. Baktık olacak gibi değil,
yani bu işlere ayırdığımız, sohbeti zikri tamam ettiğimiz
ön odayı genişletelim, yanına bir de misafirhane ekleyeyim
diye ihvan ile müşavere kılıp gayrete geldik.
Nağehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında
Buyurmuş Hacı Bayram Veli... Bu kavl üzerine uzak dağ köylerinden
yüzleri güneş çalığı dağ gibi ihvan duyup gelerek, ve ova
köylerinden dahi nice insanlar gelerek, bizimle birlikte sırtı
ile taş taşıyıp ayağı ile çamur çiğneyerek işe koyuldu.
Hanemizin kıyıcığına bir mütevazı tekke ile bir misafirhane
inşa ettik. Rabbim utandırmadı. Bu vesile ile gelenin gidenin
hizmetini görür olduk; elin yüzün yuyup, karın doyurur olduk,
kul eksiksiz olmaz deyip ne gücümüz var ise ortaya döküp,
yerleri hasır ile döşedik, efendimizin himmeti ile bu işler
tamam olup biz dahi zikrullaha devama devam ettik..
Gitti bir zaman..
Gider iken. Yani köylük yer işte.. Yediğimiz bulgur aşı, içtiğimiz
ekşi ayran. Ama dünya metaıdır, helalinden olsun ve temiz
olsun, sünnete uygun olsun da nasıl olursa olsun diye diz
hizmeti ve ikramı bu ölçüde ve aklımızın erdiği,
fikrimizin yettiği gibi israftan ve gösterişten uzak tutup
ilerletirken..
Elde adam çoktur ve kimisi dost iken kimi düşmandır. Dost görünen
düşmanlar dahi vardır. Ve baştan denilmiş ki insanoğlunda türlü
türlü haller olur, meğer biz bu yanda uğraşa duralım diğer
yanlarda fitne bin başından birkaçını çıkarmış sağa sola
sataşır imiş.
Gûya ki, bizim tekkemize uzaklardan giyinip kuşanıp ve
keselerine hayli akça koyup ve Mercedes denilen arabaları ile
gece demeyip gündüz demeyip sürüp gelen ve geldiğinde ne ise
de ayrılıp gittiğinde yüzünü asıp:
"Perişanlık diz boyudur.. Hizmetler yerli yerince değildir..
Tekkede yatanlar tahta kurusundan bîzar olmakta, yenilen aş aş
olmaktan çıkmaktadır, ve sohbette lezzet, zikrullahta bereket
kalmamıştır ve daha neler nelerdir" diye dünya ve
ahvaline ve masivaya dair ne kadar kıyl u kal var ise eder olmuşlar...
İhvanın ileri gelenleri yer yer cemedip fitneyi büyütüp,
tekkeyi şehir yerlerinden birine nakl ile bizi dahi oraya kaldırmaya
kavl ü karar etmişler.
Budur..
Ve kulağımıza neden sonra ulaşan nice fitneler vardır.
Gûya ki efendim bize emaneti devretmemiş imiş de, o gece bizi
şöyle bir yoklamaya gelmiş imiş.
Yoksa makama layık ihvanlar sıraya konulsa bize gelinceye kadar
ne münasip kimseler var imiş, ne ilm-i hüneri deryalar gibi sözü
sohbeti dinlenir namzetler var imiş.
Hatta bunlardan bir takımları daha efendimizin sağlığında gözü
içine bakar durur, etrafında pervane olur imişler ve geceleri rüyalarında
kendilerini posta oturur görürlermiş.
Bizim hilafeti adlığımız duyulduğunda bunları da bir şaşkınlık
almış ki.. Bir türlü inanamamışlar. Ve o gece efendimle
birlikte yanımızda olan o iki hatırlı ihvana yemin üstüne
yemin ettirmekten de geri durmamışlar.
Bu iş bir takım nasipsizlerin gönlüne o kadar giran gelmiş
ki, bizi ziyarete gelmekte epeyce ayak sürter olmuşlar..
Sözü uzatmanın hiçbir vakit yararı yoktur ve olup biteni bir
bir ortaya dökmenin de zararı çoktur.
Şehirli ihvanın dediği baskın çıktı ve araya nice hatırlı
adamlar girdi.
Bizim posta oturmuş olduktan kelli, hâlâ çift ve çubuk, mal
ile davar peşinde koşmamız; bel belleyip, ağaç budamamız,
iki buçuk tarlayı ekip biçmemiz göze tahta kıymığı gibi
batar oldu.
Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot, bir kuruş akçe
hediyedir diye kabul etmememiz dillere destan oldu. Tekkemizin adı
fukaraya çıktı.
Dahası onca yolu tepip gelen, kuru ekmeğimiz ile ekşi ayranımıza
razı olup, hasır üstünde yatan ihvanımız, oturup bir iki
gece dahi sohbetimizden istifade edemez olmuşlar, küskünlük
elvermiş..
Düşündüm...
Hakları da var..
Gün boyu yazıda, yabandayız. Dönüp geldiğimizde tekkede bizi
bekleyen misafirler sabırsızlık etmedeler. Sorup anlayacakları,
danışıp görüşecekleri meseleler var. Hiç biri olmasa dahi sırf
yüzümüze bakıp feyz almak dileyenler var.
Eh..
Encamı insan değil miyiz?...
Yorgunluk işte...
Sabahın er kalkıp işe güce koşmak var.
Gecenin yarısına doğru gözlerim kapanmaya, sesim soluğum
kesilmeye, dillerim dolaşmaya başlıyor. Bir uyku bastırıyor
ki sormayın. Bizim gibi kendini geçindirmekten aciz olanların
koca bir dergahı çevirmeye güçleri yeter mi? Üstelik bende söz
kıt. Cenabı-ı Hak'tan ne miktar nasip olmuş ise, büyüklerimizden,
efendimizin sohbetinden ne kadar kapmış isek onları ihvana
nakleder olmuşum. Esasen edeb ve erkân için, yüzünü hakka dönmek
için, masivayı kalpten atmak için fazla söze hacet olmadığın
ehl-i hal olanlar bilir ve bizden ihvana geçecek olan himmetin kıymetini
kalp gözü açık olanlar anlar ama...
Dedik ya, elde adam çok. Tanıdık var, tanımadık var. Eskisi
var, yenisi var.. Kalkıp bizi görmeye gelen var.. Esnafı var, tüccarı
var. Memuru, siyasetçisi, hatta zabitan takımından olan bile
var.
Beni aldı bir tasa..
Uykuyu-durağı, işi-gücü unutur oldum. Gece-gündüz
efendimden himmet beklemedeyim. Bu şehir yerlerine nakil işi
kalbime yakın gelmiyor bir türlü.
Biz bu hal ile kendi kendimizle cebelleşip duralım; ihvanın
ileri gelenleri kavl ü karar vermişler, şehir yerlerinde bir
arsa temin ile tekkenin inşaatını başlatmışlar bile..
Neden sonra haber bize de ulaştı.
Tasa bir idi oldu bin.
Mazeret çok, kumpas tamam. Gûya ki bu inşaat işi zaten fuzulî
bir dünya işi imiş ve beni dahi bu fuzulî iş ile meşgul
etmek istememişler.
Böylece başımızın üzerinde dönüp dolaşan fitne bir gün
omuzumuza gelip konar oldu.
Bir gecelik izin istedim...
Yaradana sığınıp, Hz.Peygamber'den şefaat dileyip, şeyhimin
himmetini bekledim.
gece, "İmtihandır, kabul edesin" diye fütuhat oldu.
Sabaha kalbim sükûn içinde uyandım. Cenab-ı Hakk'a şükürler
ettim. Eve, ocağa, taşa, toprağa gözlerinden yaş -hani
vatandan ayrılıyoruz ya- bakar oldum bir zaman. Encamı emre
ittiba edip "Peki" dedim.
Bu karar üzerine ihvanın ileri gelenleri ve akçesi çok olanları
-her ne kadar muhalefet ettim ise de- köyümüzde görülmedik ve
tekkemizde bilinmedik, hasılı şanımıza yakışmayacak israf
ile bir ziyafet tertip ettiler.
Keyfim kaçtı.
Bir tek lokmacık alayım da ziyafettir diye toplananlar
meraklanmasın ve dahi incinmesin diye ağzıma aldığım lokma
boğazıma takıldı kaldı.
Hal ehline malumdur, hayret edilmeye..
İki buçuk tarla ile bağı, bahçeyi, köyün taşını toprağını,
kurdunu, kuşunu spn bir kez ziyaret edip hepsinden helallik
diledim. Şurası malûm oldu ki anadan atadan bize yadiğar kalan
tarik bundan geri değişmektedir ve bir dahi aynı ahval geri dönüp
bize nasip olmayacaktır, köyün ihvanından birine, aynı minval
üzerine tekkeyi muhafaza etmezi için hilafet verip baba ocağından
çıktık.
Sanki ayağı çarıklı, yüzü yanık köylülerden biri değil
de, samur kürklü bir şehzade imişiz gibi bizi koltuklayıp
Mercedes arabalara bindirerek şehir yerinde inşa ettikleri
tekkeye indirdiler.
Ağa şaşırmamak elde değil.
Yahu siz bu kadar parayı helalinden nasıl ve ne yoldan kazandınız
da bu tekke binasının duvarına döşemesine sıvadınız.
Yerler silme halı... Ayağın basacak olsan içine gömülecek.
Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden.
Zikire ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu neredeyse görünmüyor.
Görmemişlik zor zenaat.
Bir köşede büzülüp kaldım..
Tekkenin bitişiğinde bizim hane halkı için de böyle müzeyyen
bir daire -öyle diyorlar- inşa edilmiş ve hiçbir eksiği
kalmamışcasına içinin eşyası da tamam edilmiş..
Şimdi de tekkeye gelecek misafirler için bir üst kat daha çıkıyorlar.
Ustalar, ameleler, insanlar arı gibi çalışıyorlar..
Her yanda bir çalım, bir neşe, bir hava ki; kimsenin ayağı
yer basacak gibi değil.
gece bize ayrılan daireye -artık kusur ise affola böyle diyeceğiz-
konduk...
Köyden getridiğimiz eşyayı odalardan birinin bir köşesine yığdık.
Ah o eşya..
Ne kadar zavallı..
Ne kadar mahzun..
Ne kadar yabancı..
Ne kadar garip..
Ve ne kadar yerini yadırgadı.
Ve tahmin olunacağı gibi bir daha tarafımızdan hiç kullanılmadı.
Gerisin geri köye gönderip ihvanın fukarasına dağıtıldı.
İşte o gece..
Yani dairemize konduğumuz gece, bir rüya gördüm.
Rüyamda gûya ben Hz. Muaviye olmuşum da Şam'da İslâm
devletinin ilk sarayını yaptırmakta imişim.
Hz. Ebûzer-i Gıfarî benimle birlikte inşa edilmekte olan sarayı
geziyor. Derken gezintiyi yarıda kesip, o dik, o sert, o muhkem
sesi ile bana dönerek:
-Bu sarayı halkın parası ile yaptırıyorsan;
Bil ki bu bir zulümdür..
-Yok kendi paran ile yaptırıyorsan;
Bil ki bu da israftır.. Dedi.
Uyandım. Ter içinde kalmışım. Her bir yanımı bir titreme
almış. Vücudumun bütün azaları zangır zangır sallanıyor.
Hatuna seslenip çamaşır değiştirdim. Zavallının hali beni görünce
benden beter oldu. Bir uzun zaman okuyup üfürdüm. Yaradana sığınıp,
Hz. Peygamber'den şefaat, efendimden himmet dileyerek başımı
yeniden yastığa koydum..
Bu defa efendim himmet edip yetişti. Âlem-i manada bana şöyle
buyurdu: "Hz. Ebûzer-i Gıfarî haklıdır, amma ben de haklıyım.
Köyde eskinin insanlarına eski usul üzere hizmet etmek kolay;
zor olan fitnenin fink attığı bu şehir yerlerinin yeni
insanlarına mürşid olabilmektir. Bakalım el mi yaman, bey mi
yaman."
Böylece nasıl zorlu bir imtihana çekildiğimiz ayan beyan
ortaya çıktı.
Kim bir kısmını nakledeyim ki okuyup-dinleyen ibret alsın.
Başta ben olmak üzer hane halkımız da elini sıcak sudan soğuk
suya vurmaz oldu.
Her gece bir başka eve, her mevsim bir başka diyara konuk olduk
ki; ihvan halkası genişlesin diye imiş.
Pek tabii davete icabet etmek gerekir ve de önümüze getirileni
yemek gerekir diye, kuş sütü kuru üzüm ile beslendiğimizden
iyice şimanlayıp nefes sarlığı çekmeye başladım.
Bu şehir yerlerinin insanlarında ne kadar çok müşkil, ne
kadar çok sual var imiş.
Kim bir kısmını sayayım da neler olduğu anlaşılsın.
Bir şu kadar param vardır, bu parayı hangi işe yatırsam benim
için daha hayırlı olur? -En fazla sorulan sual bu-.
Müslümanın sağcısı solcusu olur mu?
Gelinimiz, damadımız fazla çocuk sahibi olmak istemezler; bunun
dahi türlü türlü yolları icad olunmuştur, bütün bunlar
tatbik edilse caiz midir?
İmal ettiğimiz mallardan satılmayıp elde kalmış ve de eskimiş
bir kısım vardır ki bunları zekat olarak versek doğru mudur?
"Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar kazançlarının helal
mi, haram mı olduğuna bakmayacaklar artık" şeklinde bir
hadis-i şeirf vardır. Bu zaman gelmiş midir?
Piyasada satılan bir takım yağlar vardır ki margarin derler,
bunlar domuz yağı karışmıştır diye şaibe altındadır
bunları alıp yemek uygun mudur?
Kkadınlarımız, kızlarımız şöyle mi örtünsünler, böyle
mi örtünsünler?
Artık tebabet ilerlemiş, bir insanın kalbi diğerine nakledilir
olmuştur. Bu sırada iman nakli de vukubulur mu?
Şehrimizde Allah'a şükür ulu şeyhler vardır ki, bir mesele
hakkında kimi şöyle buyurur, kimi böyle buyurur; siz dahi bu
hususta ne buyurursunuz?
Evvelce söylemiş idim. Benim ilmim azdır diye. Hatta o ilk gece
efendime bu sebeple ne kadar yalvardım, ne kadar gözyaşı döktüm.
Ancak zaman geçer ve olacak olur denilmiş.
Olanda da hayır vardır denilmiş.
Bunaldım.
Demek bunalmamda hayır var idi.
Çünkü iş sonunda döndü dolaştı siyaset kapısına dayandı.
İhvanın ileri gelenleri yapılacak seçimlerde filan partiye
destek vermek isterler imiş. Ve çokları da bu partinin liste başlarına
çoktan yazılmışlar imiş.
Denildi ki bu partinin başkanı da gelsin, hiç olmazsa
efendimizin bir kaşık çorbasını içip, elini öpüversin; her
neresinden bakılırsa bakılsın bu işte sayısız faideler vardır;
hem tekkemiz itibarı artar, hem ihvanın işleri daha bir yoluna
girer.
Gece bu partinin başkanı birkaç adamı ile birlikte gelip beni
ziyaret edecekti.
Şöyle çıkıp bir tekkeyi dolaşıverdim. Tıpkı Hz. Muaviye
ile Hz. Ebûzer-i Gıfarî'nin sarayı dolaştıkları gibi.
Bir hazırlık, bir hazırlık, dersin cennetten haber gelecek.
Bir boy aynasında kendimi gördüm.
Sarıklı, cübbeli, sakallı, heybetli bir adam.
Lakin artık güngörmemekten olacak çehresi iyice beyazlamış,
yanakları pembeleşmiş.
Ellerime baktım, tombul tombul olmuş.
Aynada bakarken kendime, nasıl bir fütuhat olmuş ki, kalbimin içini
de görüverdim.
Orada ne gördüm, onu burda söyleyemem. Hal ehli bilir.
Cübbemi çıkardım, yavaşça sarığımı yere koydum.
Tekkeden çıkıverdim.
Ardımdan "efendi sırroldu" demişler.
Kerametlerimi anlata anlata bitiremez olmuşlar. Öyle ki
bunlardan bir kısmını kitaplara yazıp, ciltleyip satar olmuşlar.
Lakin bütün bunlar fitneyi durduramamış.
Herkes birbirine soruyormuş: "El kimde?"..
Allahtan korkmayıp "El bende" diyenler olduğu gibi,
bunu kabul etmeyenler de olmuş.
Bizim bir tekkeden, birkaç tekke daha doğmuş.
(*)Mustafa
Kutlu, Sır, Dergah Yayınları, İstanbul 1994, s: 7-19